top of page

MONICA’nın Evi ve İlk Hatırlayış!

Güncelleme tarihi: 24 Tem

Monicanın Evi ve İlk Hatırlayış!


Tayland yolculuğumda en uzun kaldığım ada olan Koh Phangan’daki ikinci günümdeydim. Burada Zen Beach adında bir yer var. Müzik enstrümanlarıyla gelenler, yoga yapanlar, gün batımını izleyenler… Her gün bir karnaval gibi. Herkes kendi halinde,

Hemen hemen her akşam müzik yapanlara katılıyorum. Handpanimi ve çaldığım diğer enstrümanları bu müzik yaptığımız yerlerde geliştiriyordum. İlk önceleri kenarda sessiz sedasız bir iki notaya vurup handpan çalarken. Bir ay sonra beni ortaya alıp ritim tutturmaya başladılar.  Bir okul gibiydi. O ikinci gecemde gece 02.00’ye kadar müzik yaptıktan sonra, motorumla eve dönerken acıktığımı hissettim ve sokak yemeklerinin satıldığı güzel bir yere, gece pazarı olarak bilinen “night market”e uğradım.


Ne yesem diye tezgahlara bakarken, içeri girdiğimde gözlerini benden hiç ayırmayan bir kadın dikkatimi çekti. Yaklaşık 30 yaşlarında, hoş bir  kadın. İçimden, “Allah sahibine bağışlasın” dedim. Yemek yemeden eve gitmek istedim çünkü genellikle gece geç saatlerde kendimi tutup yemek yemiyorum, bazı zamanlar yesem de. O gün de midemi boş tutmak için  eve gidip yatmayı düşündüm.


Tam dışarı çıkarken, arkamdan birisi omzuma dokundu ve o kadını daha yakından gördüm. Masmavi gözleri vardı; belki de yeşil. Renk körü olduğum için çoğu zaman karıştırıyorum, ama büyük ihtimalle maviydi. “Bu handpan mı?” dedi. “Yes,” dedim. “Burada çalar mısın?” dedi. “Yes,” dedim. O kadar hoş bir kadındı ki, kısıtlı İngilizcemle “no” demeyi unutturdu bana.


Oturduk, hiçbir şey konuşmadan ben çalmaya başladım. İçeride 30-40 kişi vardı ve yaklaşık 20 dakika çaldıktan sonra sağ olsunlar alkışladılar beni içerideki insanlar. Kızın adı Monica’ydı. Bana sarıldı ve “Çok güzel çaldın, bir kere daha çal lütfen,” dedi. “Yeter ki sen iste, sabaha kadar çalarım” dedim ama bunu İngilizce söyleyemedim, Türkçe dedim ve kendime tebessüm ettim. Böyle durumlarda kendime tebessümle gülmek bana ayrı bir rahatlık ve neşe katıyor. Kendime gülüyorum.


Sonra konuşmaya başladık. “Bana bir ders verir misin?” dedi. “Tabii ki seve seve veririm,” dedim. Ücret konusuna geldiğimizde, “Saati ne kadar?” dedi. “Senden ücret almayacağım, no money,” dedim. çeviriyle anlaşarak. “Çünkü o gözlerindeki istek ve kalpten beni durduracak cesareti göstermen paradan daha kıymetli,” dedim. Gözleri doldu ve tekrar sarıldık. Her cümlemden sonra sarılıyor bana Monica. Ben de bildiğim tüm İngilizce kelimeleri söylemeye başladım, haliyle.


Monica, kaşlarımı gösterip “Çok güzeller,” diyor, “dişlerine bayıldım” gibi iltifatlarda bulunuyordu. Ben de ona tam gözlerinin çok güzel olduğunu söyleyecekken, bir adam geldi ve Monica’ya “Aşkım,” diyerek sarıldı ve yanımıza oturdu.

Bu arkadaşın da gözleri maviydi; daha dikkatli bakınca yüz hatlarının da birbirine benzediğini fark ettim. Evlilerdi. Ben de, “Çok yakışıyorsunuz, Allah bir yastıkta kocatsın,” dedim.

Onlara “Çok güzelsiniz, gözleriniz ışıl ışıl,” dedim, ki gerçekten öyleydiler. Erkek olan da (adını hatırlamıyorum)“Kaşların çok güzel,” dedi. Monica da öyle demişti. Yaklaştılar, sağımda Monica, solumda eşi kaşlarıma dokunuyorlar. 1-2 dakika kaşlarımı sevdikten sonra yeniden konuşmaya başladık.


Bir villada yaşıyorlarmış, yarın gece bir parti ve kakao seremonisi yapacaklarını söylediler ve beni de davet ettiler. Handpan çalarsam çok sevineceklerini söylediler. Telefonlarımızı aldık ve evlerimize yol aldık.

Arkadaşım Kaan’la ertesi gün motorla yola çıktık. Ormanın içinde harika bir villada yaşıyorlardı. Seremoni için düzenlenmiş bir ortam vardı; mumlar, tütsüler, spiritüel bir hava ve parti havasının birleştiği harika bir yer. İçerideki bir köşede, kel ve büyük gözlü bir Rus erkeği, önündeki orijinal bir demlikten çok küçük bardaklara, 123 derecede ısıttığı çayları ikram ediyordu. Biz de davet edildik ve oturup içtik. Rusların bu çay seremonisine ilk katılışımdı. Daha sonra o seremonilerin müdavimi oldum.


Daha sonra bir DJ geldi, setini kurdu ve estetik dans müzikleriyle dans etmeye başladık.

Hiç gözlerini kapayıp dans ettin mi, ya da dışarıda olmadık bir yerde? Mesela yağmurun altında.

Tuhaf mı? Tuhaf olanı yap. Deli ol biraz. Off, delirmek ne de güzel. Delilik nedir peki? Sana tuhaf olan her şey! 

Bu güne kadar kendini tuttuğun günleri hatırla; özgürce davranamadığın, insanlar ne der acaba diye düşünüp giymediğin kıyafetleri, yapmadığın saçını, söylemediğin cümleleri düşün.


Özgür bir zihnin olmadan memnun olamazsın biliyor musun.

Peki, memnuniyet nedir, mutluluğun süreklilik hali… 


Hadi kitaba ara ver. Bunu şimdi yap. Neredeysen kapa gözünü ve kendini zıplarken hayal et, belki döneceksin, belki kollarınla, ellerinle nazikçe döneceksin, ne istiyorsan. Fakat önce zihninde kendini 1-2 dakika boyunca yukarı zıpladığını hayal et. Konsantre ol.

Sen şimdi zıpla ben buradayım.

 

Meditasyon öncesi çok etkili bir hazırlık evresidir bu, yoga da bu “dharana”dır. Zihni rahatlatır, gün içinde seni rahat bırakmayan düşüncelerden uzaklaşır ve serin bir huzur hissedersin.

Meditasyon öncesi konsantre olmalısın; konsantre olmayan bir zihin nasıl meditasyon yapabilir ki!

Meditasyonlarından önce bir müddet bunu yap. Kapa gözünü ve zıplamaya konsantre ol. Belki yıllardır nefese konsantre olmayı deniyorsun ama işe yaramadı, şimdi deli gibi zıplamayı dene. Kalıplardan çık…

Bunu bir müddet denediğinde bir dönüşüm başlayacak. Ve şöyle diyebileceksin kendine: “Zıplayarak konsantre oldum ve zihnimi yavaşlattım.” “Nasıl olur, bu delilik.” “Evet, ben deliyim…”


Şimdi partiye devam edelim.

İki saate yakın dans ettikten sonra kakao seremonisine geçtik. Çembere oturup, ikram edilen kakaoları hep birlikte güzel niyetlerde bulunarak içtik. Seremoniyi düzenleyen rehber, bize meditasyon yaptırmaya başladı.

Bu tür seremoni ve  çalışmalar ikiye ayrılır. Birincisi; hocaların okuduğu kitaplardaki bilgileri ya da görüp duyduklarını birebir olarak aktarması. 


İkincisi; okuyup ya da gördüklerini deneyimleyip kendine özgü bir biçimde enerjiyi kullanarak meditasyon yaptırması.

Birincisi, sesindeki auradan ve yaydığı frekanstan hemen anlaşılır; ikincisi de öyle. Bu, ben de refleks olarak hissedebildiğim, fakat orada kalmadığım bir histir. 

Söylediği kelime ve cümleleri, yaptırdığı meditasyonu deneyimlememiş olabilir birisi. Ama belki deneyimleyecek, belki de şu an bizimle deneyimleyecek. Ondaki heyecan ve istek, beni enerjisel olarak ona yaklaştırıyor. Çünkü ben de o yollardan geçtim. İçimden “senin yanındayım” derim hep.


Aynı mesleği yapıp mesleğinizle ilgili ya da ilgilendiğiniz bir konuyu anlatan, sizden deneyimsiz birini dinlediğinizde ne hissedersiniz?

Burada  iki  zihinle karşılaşırız. 

Daha tecrübeli olduğunu ve bildiklerini ona anlatıp kendini göstermeyi seçenler.

Egodan sıyrılıp onu şefkatle dinleyenler.

Manevi konularda destek olmak ise, tavsiye vererek gelişmez. Tavsiye vermeden, davranışlarınla destek verebilirsin, senden tavsiye istemediği sürece! 

Gelişmek isteyen insan zaten gelişecektir; sana ihtiyacı olduğu düşüncesine kapılma. Çabayı izle, niyetini gözlemle. Yanlışlar yapacaklar, müdahale etme, sen doğrusunu bilsen bile. Çünkü sen de yanlışlar yaparak doğruyu buldun. Ve nereden bileceksin ki senin doğrunun doğru olduğunu? Ve yanlış var mı ki!


Çemberdeki hocamız deneyimli bir hocaydı. Peki bu nasıl anlaşılabilir? 

Hep duymuyor musun “aura” kelimesini?Aura sadece renklerden oluşmaz. Duyabilirsin. Kokusu bile vardır.

İki tür aura vardır: dışsal ve içsel.Dışsal aura gün içinde, saat saat değişebilir. Ama içsel aura değişmez. Çünkü o, senin özündür. Bu öz, gözlerinde belirir. Ses tonunda, yürüyüşünde, burnunu hafifçe kıvırışında. Boynunu bir santim sağa çevirdiğin o geçiş anında bile hissedilir. Saç tellerinde bile vardır, ayak parmaklarının şeklinde bile. Yani senin tüm varlığında.

Peki bu nasıl görünür? Her an görebilirsin.

Bu yeti hepimizde var aslında.

Ama unuttuk. Çünkü içsel dünyamızdan uzaklaştık. Günde 8 saat Instagram’da vakit geçiren biri, nasıl içsel dünyasını keşfedebilir ki?

Keşfedebilir! Zaten bu kitabı bunun için yazıyorum. Kalıplardan kurtul diye. İstediğin gibi ol diye.

Ne yani, illa gidip çıplak ayakla toprağa mı basmak lazım ki?

Ağaca mı sarılmalıyız?

Evet.

8 saat iş yerinde çalıştıysan, sonra çık ve bir ağaca sarıl.

Hadi daha da derinleşelim mi?

Çünkü ağaç sensin. Toprak da. Her sabah doğan güneş,  o da sensin.

Hiç duydun mu? Seni her gün ısıtan, aydınlatan güneşin şöyle dediğini:

Seni ısıttım ama hadi bana teşekkür et?”Hayır.

Güneş sadece verir. Karşılıksız. Tıpkı senin gibi. Sen de sevgini, sıcaklığını karşılık beklemeden verdiğinde… işte o zaman bir güneş gibi sahicisindir.

Ama beklenti varsa, o sevgi değil. Sevgide beklenti olması mümkün değildir.

Karşılıksız sevgi verdiğin herkese. Her şeyde aslında kendini seviyorsun. Bu fark ediş manevi yolculuğunda bir dönüm noktasıdır. Bunu da ben, bir şelalede geçirdiğim 4 günden sonra deneyinledim. Deneyimlediğimi düşünüyordum önceleri, ama kırıntılar su yüzüne çıktı. Nasıl çıktı biliyor musun? Öfkeyle. Hemde nasıl bir çıkış.

Yoga da  buna “viveka” denir. Gerçeği yanılgıdan ayırabildiğin o an. Ve o andan sonra bir şey olur:

Artık yalan söyleyemezsin.

Aldatamazsın. Kıskanamazsın. Çünkü unutur bu duygular seni. Yavaş yavaş çözülürler içinden.

Yani o “insanız sonuçta” diye normalleştirdiğin öfke, kıskançlık gibi duygular artık var olmaz. Çünkü bir şeyi fark etmişsindir: Karşındaki kişi de sensin. Ama aynı zamanda değilsin. Herkes sensin. Ama ayrısın da.

Off, bu cümleyi duyduğum da, “oğlum ne diyor bunlar manyak mı” diye arkadaşıma söylediğim gençlik dönemlerim geldi.


Kendine kıskançlık duyar mısın? Kendinin dedikodusunu yapar mısın?

Kendini sevmek, başkalarını anlamaktır. Başkalarını anlamak, özüne dönmektir.

Ve bu yol, öyle büyük büyük adımlarla değil. Bazen sadece sabah kahveni içerken kendi sesini duymakla başlar. Bir kuşun ötüşünde durmakla. Ya da  bir ağaca yaslanmakla.

Zor değil, hiçbir zaman da değildi. Sadece hatırlamak gerek.Çünkü sen zaten biliyorsun. Zaten hep bildin. Şimdi ise bildiğini hatırlayıp duyuyorsun. Sen duydun. İşte o yüzden sen zaten yoldasın canım. Ve yol, hep seninleydi.

Kitabın ilerleyen bölümünde, küçük bir ağaçla birlikte bir yolculuğa çıkacağız seninle.

Evet, gerçek bir ağaç gelecek bu sefer. Doğayla uyumlanman için, yani kendinle. Senden bazı yaşam çalışmaları yapmanı isteyecek. Ve belki de ilk defa gerçekten dallanacağız..


Hadi şimdi Monica’nın evine dönelim.

Kakao seremonisinde hocanın konuşmasının arkasında, insanlar meditasyon yaparken ben handpan çalmaya başladım. 15 dakika sonra gözümü açtığımda handpane hızlı vurduğumu, hocanın sesinin de duyulmadığını fark edip hemen yavaşladım. Karşımdaki hocanın ellerini kaldırıp dua eder gibi “Oh be!” demesine çok güldüm. Bu durum hoşuma gitti ve hafif bir kahkaha attım. Gülerken kendimi tutmadım; çünkü kız. çok sevecen bir yerden söyledi bunu. gözlerimi açıp o anı görmek çok keyifliydi.


Burada da iki farklı zihnin iki farklı tepkisiyle karşılaşırız.


Birincisi, senin gülüşünden rahatsız olanlar. Bu kişiler, duyularını içeri çekememiş, yani yogadaki pratyaharayı deneyimlememiş olanlardır. Konsantrelerinin bozulduğu için sana içten kızarlar. Bunun nedeni ise egodur. “BENim konsantrasyonumu nasıl bozarsın!” diye düşünürler. Dar bir kalıptan bakarlar. Rahatsız olmuşlardır ve sen suçlusundur. 


İkinci grup ise, o hoca gibi hoşgörüyle karşılayan insanlardır. Onlar, bakışlarıyla “sorun yok” frekansı yayan kişilerdir. Dışarıdaki sesler ve olaylardan duyuları etkilenmez; çünkü duyuları içeridedir. Bu, önceki yazımda pratyaharayı deneyimleyen kişilerin durumudur. Enerji bozulduğunda, hiçbir şey söylemeden tekrar o bozulmadan önceki frekansa dönüş sağlarlar. Bilirler ki hayatta her şey mümkündür! Ve bu gülüş aslında onun içindi. Dağıldın mı, dağılmadın mı? Dağıldın ve tekrar dönebildin mi? Off ne farkındalıkla ve neşeyle oynarlar bu oyunu! Sende oynamayı seçer misin böyle. Hadi bir müddet bu oyunu oynayalım.


Yaşam oyunu…

Şu bir hafta dış seslere, trafiğe, annene, eşine, sevgiline. Senin zihnin dağıldığını hissettiğin her an için şükret.

Yani bir frekans yay. Kendine yaydığın bir frekans bu. Hani meşhur bir spiritüel kelime vardır. “ merkezine dön” işte bu meşhur spiritüel cümleyi deneyimle. Seni dış etkenler kendi alanından uzaklaştırdığını hissettiğin an şükret.

Bu şükür şöyle olabilir. Ama sen bunu kendi özünde değiştir ki bu senden çıkmış olsun. Anlam kat. Özgün ol ki özgür olabilesin. Yoksa bir muhabbet kuşu gibi kelimeleri tekrarlar durursun. Anlam kat,

Mesela şunu söyle içinden. İçinden konuş kendine. De ki.

Benim dikkatimi dağıtan sevgili annem, seni çok seviyorum. Dikkatimi dağıttığını duyabildiğim kulaklarım olduğu için teşekkür ediyorum. Dikkatimin dağıldığını fark edip tepki gösterecekken, sana teşekkür edecek farkındalıkla dolduğum için şükürler olsun. Off, bunu bir hafta yap.

Bunu artık hep yapmak isteyeceksin. Aha buraya yazıyorum.

Ki gerçekten yazıyorum. Kitap yazmak çok eğlenceliymiş arkadaşlar.


Ben gülerken diğer insanlar da tebessümle gülmeye başladı. Niyetim sevgi barındırıyordu; niyetim dalga geçercesine gülmek olsaydı, o zaman onlar gülmeyeceklerdi. Farkında olmasalar da benim gülüşüm, geçmiş dönemlerde karşılaştıkları alay eden gülüş frekansıyla sevgiyle gülen frekansları bilinçlerinde yer etmişti. Zihin dedi ki: “Bu çocuk o dalga geçenlerden değil, rahat ol.” 


Ama bak, bir de şöyle insanlarla karşılaşacaksın bir müddet. Sonra karşılaşmayacaksın. Çünkü sen artık farklı bir boyutta olacaksın.


Boyut atlamak? Nereye atlıyoruz gülüm. Havuza mı?

Boyut atlamak nedir biliyor musunuz? Boyut atlamak kendine yaklaşmaktır. Bu kadar… Hani duyarız 3. Boyut, 5. Boyut diye. İşte onlar kendine yaklaşmanın simgeleridir aslında. Uzay mekiğine binip boyut atlamayacaksın. Zihinden kalbe düşeceksin. Boyut atlamak budur. İşte o zaman tüm meselelerinden özgürleşeceğin anları deneyimlemeye başlarsın.

Çünkü meseleler hep zihindedir. Kalpte, yani sevgide mesele mi olur oysa ki! İşe o halinde şu insanlar senin bu boyutuna giremeyecek.

Şöyle düşün, biraz önce auradan bahsettik. Auran yani enerji alanının parlaklılığı ve titreşimi. sendeki o ışıl ışıl parlayan kalkan, o kişileri seninle karşılaştırmayacak. Karşılaştığında ise bir mucize olacak, o titreşimin onları da dönüştürecek, ağızından kelimeler çıkmayacak, çıksada sana dokunmayacak.


Peki bu bahsettiğim kişiler kimler.

 “Bu çocuk gülerek dalga geçmiyor” bilgisini hissetse de rahatsız olup tepki gösteren kişiler. Günlük hayatında işinde rastlamıyor musun? Niyetini bilipte bir lafınla tartışma çıkaran insanları. Şaşırıyorsun. Ama ben böyle demek istemedim ki, niyetim o değil di beni yanlış anladın deyip, açıkladığın kişiler işte. Bu tepkiler, seni alaşağıya çekmek için değil.


Bu onların kendilerine tepkileridir. Belki küçükken önüne perdeleri indiren kabul görme, duyulma istekleri. Travmları belki. Ama sen artık vivekayı deneyimledin gerçekle gerçek olmayanı. Onda ne varsa sende de vardı. Sen çözüldün ama o çözülmedi. Burada artık bir şeyi açıklama ihtiyacı değil. Ona şefkat göstereceksin. Bu kelimeyle değil, enerjiyle, tebessümle sessizlikle olacak, belki de sesle de olacak. Seni anlıyorum diyeceksin. İşte o zaman ne olacak biliyor musun. Sen hiçbir şey yapmadan insanlar dönüşmeye başlayacak.


Bu manevi yolculuğunda hissedeceğin en serin duygulardan biri olacak. Artık diğerlerinin de dönüştüğünü göreceksin. Şimdi diğerleri var ve olacak. Ama ileride diğerleri de çözülecek…


Monica’nın evinden çok ayrıldık, ama bak bu ayrılık bizi kendi evimize yaklaştırdı! Ayrılıklar zaten hep yaklaştıran olmuştur. Doğduğumuz andan itibaren her ayrılık bizi kendimize yaklaştırır. Hem de her ayrılık. Bazı ayrılıklar ise seni sana hatırlatır. Hem de nasıl bir hatırlayış olur.

Hayatımda, yani yolculuğumda 3 büyük hatırlayış anı yaşadım.


Soruyorlar bana bazen, yolculuğun ne zaman başladı diye.  Cevap veremiyorum.

Çünkü yolculuğum ebemin popoma şak diye vurduğu o sesle başlamıştı. Annemin ekmeğin arasına domates peynir koyup, ağaçın üstünde yediğimde başlamıştı. Sonra büyüyünce bu yolculuğumda fark edişler yaşadım. 3 ana fark ediş yaşadım. Sonuncu fark edişimi de, yani üçüncü fark edişimi bu kitabı yazarken yaşıyorum. Kelimelerim, cümlelerim bu son fark edişimdeki enerji ile daha derinlere iniyor.


Şimdi  Monica’nın villasından çıkıp, 18 yaşımda ailemle yaşadığım Kartal’daki evimizeki ilk buluşmama gidelim.


1968 senesinde Almanya’ya çalışmaya giden 23 yaşındaki bir genç iş çıkışı arkadaşlarıyla birlikte bir bara gider. Bara çok havalı İtalyan bir adam gelir. Etrafında toplanırlar; kimisi sarılır, kimisi imza ister Çok sıcak, samimi bir ilgileri vardır bu adama karşı. O Türk’te şaşırıp arkadaşlarına adamın kim olduğunu sorar. Almanya’da boks şampiyonu olduğu öğrenir. Boksun en popüler olduğu seneler. Bu manzara karşında etkilenip bar çıkışı uzun uzun etrafa bakıp hayaller kurarak kaldığı lojmana gider. Ve hayatında hiç boks yapmamış 23 yaşındaki bu genç; aradan 1-2 sene geçtikten sonra Almanya eyalet boks şampiyonu olur. Alman gazateleri ilk defa yabancı bir boksöre “ringlerin yıldızı, müthiş Türk diye manşetler atar. İlk 2-3 sene içerisinde yaptığı 53 maçın 40’ını nakavt diğerlerinide sayı ile kazandığı için nakavt kralı ilan edilip kendisine özel bir kupa verilir. 1972 Olimpiyatlara katılması için Alman vatandaşlığı teklif edilir, kabul etmez. Kendisinin yerine olimpiyatlara katılan  Alman boksör dereceye girer. Daha sonra  o Alman’la özel bir maç düzenlerler, onu da 20. saniyede nakavt eder. 10 senelik boks hayatında kendisine rakip bulunamadığı dönemlerde geçirip bir dönem maçlara çıkamaz. Bu genç, rahmetli canım babam Sait Alemdar’dır.


Tam filmlik hikaye değil mi?

Babamın sporcu oluşu nedeniyle, çocukluğumdan itibaren yaşamım sporla iç içe geçti. Henüz 6 yaşımda boks yapmaya başladım. Okuldan eve gelip, ya karate kursuna giderdim, ya da kung fu’ya. Babam da evde boks çalıştırırdı. Çalışkan değildim. Hiperaktiftim. Yerimde duramayan yaramaz bir çocukluk geçirdim. Annem her hafta okula çağrılırdı disiplin suçumdan ötürü.

Yazılılarda kopya çekmediğim tek ders Tarih dersiydi. Hikaye okur gibi okurdum o tarih kitaplarını. Velhasıl kelam, lisede spor akademisine girmeye karar verdim.


Maddi durumumuz lise sona kadar iyiyidi. Sonra bir gün babam iflas etti. Ev, araba, babamın araba yedek parça dükkanı, hepsi satıldı. Maddi durumumuz artık iyi değildi.

Ve benim spor akademisine girmek için, spor akademisi hazırlık kursuna gitmem gerekiyordu. O dönem, o kurslara gitmeden spor akademisine girmem mümkün değildi. O kurslarda, sınavda yapılacak parkıuru çalışıyorduk. O zorlu parkuru en iyi hızlı yapan kişiler girebiliyordu sınava. O yüzden, dünyanın en iyi sporcusu olsanda o parkuru önceden çalışmadan sınava girmek olanaksızdı. Çünkü sadece spor akademisi hazırlık kursları o parkurun nasıl bir parkur olduğunu bilip, 6 ay önceden spor akademisine girmek isteyen öğrenciler için kurs açıyordu.

Haliyle kurs paralıydı. Ama bizim paramız yoktu, kursa verecek.


Babam Almanya’dan Türkiye’ye geldiğinde tüm mal varlığını kardeşine kaptırdı. Yani amcama. Ve 30 seneden beri hiç görüşmüyorlardı.

Bir gün babama dükkandayken telefon çaldı. Telefonda bir akrabam, amcamın karısının felç geçirdiğini ve Türkiye’de hastanede olduğunu söyledi. O da amcamın eşi yani yengem. Tekerlekli sandalyede, felçli ağızı ile konuşarak, babamın ismini söyleyip hakkını helal etmesini istemiş. Ve babamın gelip onu ziyaret etmesini arzulamış.


Amcamda orada tabii. Babam, hastaneye gidip yengemi ziyaret etti.

Yengemi tekerlekli sandalye ile hastaneden çıkarıp bize geldiler. Amcam, Almanya’ya gitti. Yengem ve kuzenim bizde kalmaya başladılar. O arada spor akademisi sınavlarına 1 ay kalmış, insanlar 5 aydan beri hazırlanıyorlar, ama ben gidemiyordum.  Ve kimseden para isteyemiyorum. Bir gün yengem ile balkonda otururken bana, ileride ne olcaksın dedi. Spor akademisine girmek istiyorum dedim. Bana öyle bir “gideceksin” dedi ki üst üste, onun o ifadesini hala gözlerimin önünde. O kadar emin söyledi ki. O an ben spor akademisine gerçekten girdiğimi hissettim.

Bu tarif edemeyeceğim bir histi. Bu zaten olmuş ve yengem bana bunu müjdeliyor gibiydi. Bu ilk hissedişim oldu. O hissi daha sonra, hayatımın bazı dönemlerinde de yaşadım. İlerleyen sayfalarda okuyacaksınız.


Girersin, ne zaman deyince. Kursa gitmem gerekiyor ama gidemiyorum dedim, çekine çekine. Neden deyince

Kurs param yok dedim.

Hemen cantasından para çıkarıp verdi. Yarın git kayıt ol diye.

Dayımla kursa gittik. Son bir ay kalmıştı.

Ve benim üniversite puanım çok düşüktü. Baraj 120’ydi, benim puanım. 121 di. Hem üniversite puanı hem de yetenek puanı ile alıyorlardı spor akademisine. Yani üniversite puanın iyi oldığunda şansın daha da artıyordu. Benim hem puanım düşük hem de herkes 6 ay kursa gidip hazırlanırken, ben son bir ay kala yazılacaktım. Kurs hocaları puanımı öğrenince, kazanamzsın ama istersen dene dediler. Ben, yengemin bana verdiği o para ile spor akademisini binlerce kişi arasından, yüzlerce milli sporcu arasında  parkuru  3. tamamlayarak, Marmara üniversitesi spor akademisi bölümünü kazandım. Sonra yengem Almanya’ya döndi ve vefat etti.

İlk hatırlayışım burada tezahür etti. İlk derin tefekkürlerimi bunları düşünerek yaşadım.


Nasıl olabilirdi. Bu nasıl oldu. Bu tesadüf olamzdı. Bu olaylar nasıl birleşti ve ben spor akademisine girecek paraya, 30 sene hiç konuşmayan babamın mal varlığını yiyen, babama acı yaşatan bir insanın eşimin hastalığı sonucu ulaştı. Bu bir var oluştu. Babamı hayatımda hiç ağlarken görmemiştim. Ve bu süreci birlikte yaşadığımız babam. Spor akademisini kazanınca sevinçten ağlamıştı.


Bu benim sorular sormaya başladığım ilk dönemdi. İlk hatırlayışım.

Soru işareti yılanı temsil eder bilir misin.

O yüzden kıvrımlıdır soru işareti.  Onun hikayesini ileride abnatırım belki ama şu an oraya geçmek istemiyorum.

Biraz duracağım.


Soru sordun mu hiç canım kendine. Hadi şimdi seninle bir kaç soru soralım kendimize. Bu gece yatmadan bir soru seç kendine ve öylece  uyu. Sor ve uyu, cevap arama sadece sor ve uyu. Sonra günler gececek sen yine sor ve uyu. Soru çok basit “ben kimin?”

“Sevgi nedir?”  bu soruları sor ve uyu bu gece. Sonra o sorular daha da şekillenecek sen tefekkür halinde uyuduğunda. Sonra gün gelir soru sen olacaksın. İçindeki öz fısıldar sana sen kimsin? sevgi nedir? diye. İşte tüm yolculuk bu iki soruya cevap verebilmek içindir.


Seremoni bitti ve biz Kaan’la bahçeye çıktık. Bazen aya, gökyüzüne bakıp yaşadıklarımızla ilgili ya da yıldızlarla ilgili sohbetlerimiz olurdu. O gece de bu özel sohbetlerimizden biriydi. Konuşurken şezlongta uyuya kalmışım. Kaan beni uyandırınca saat gece 04:00’tü ve çok acıktığımızı fark ettik. İçeriye, salonla birleşik mutfağa yöneldik. Hiç yemek kalmamıştı. Buzdolabını açtık, içinde sadece 2 mango vardı. Tezgahta hızlıca 10 saniye boyunca bıçak aradık, soyupta yiyelim diye. Biraz daha arasaydık bulabilirdik ama çok acıkmıştık.  Hemen tezgaha kafamızı dayayıp, mangonun suları aka aka, sanki bir aslanın avını yiyiyormuş edasıyla mangoya şapır şupur yiyerek kendimizden geçtik. Öyle bir iştah ki, hayatımızda yediğimiz en güzel mangoydu. Sonra yavaşça arkamı döndüm. İnsanlar bize gülüyor; tıpkı benim güldüğüm o saf  frekansla. Biz de onlara bakıp güldük ağızımızdan mango damlaya danlaya.


Tam evden dışarı çıkarken, bir çocuk bizi durdurdu. Yakında bir haftalık bir şaman kampı olacağını ve orada handpan çalmamızı teklif etti. Ve işte o an, akış beni mavi gözlü Monica’dan şaman Julia ile kuracağımız bağa götürecekti.Nereden bilebilirdim ki bu bağın beni seslerle derinleştirceğini ve  bu sesleri Türkiye’nin illerinde meditasyon çemberleri halinde düzenleyeceğimi…


Ve yola koyuldum. Motorumun ışığıyla, patikaların içinden, koca koca ağaçların yanından, rüzgarın yüzüme vurmasıyla, tüm bunları zihnimde yaşaya yaşaya…

















Yorumlar


© 2023 by Muzaffer Alemdar Tüm hakları saklıdır.

MESAJ GÖNDER

 

​​

​muzafferalemdar1@gmail.com

  • Black Instagram Icon
  • Black YouTube Icon
bottom of page