SPİRİTÜEL AŞK!
- Muzaffer Alemdar

- 16 Kas 2024
- 7 dakikada okunur
Bu yazımda, spiritüel aşkın özünü yoga öğretileriyle harmanlayarak derinlemesine kavramanızı sağlayacak bir yolculuğa çıkacağız. Spiritüel aşk; yalnızca birine duyulan bağlılık ya da dünyevi bir tutku değil, evrenle, kendimizle ve tüm varoluşla kurduğumuz derin ve saf bir bağdır. Yoga, bu bağın güçlenmesine, aşkın maddi sınırları aşarak içsel bir özgürlük ve bütünlük hâline gelmesine rehberlik eder. Aynı zamanda, spiritüel aşk ikili ilişkilerde de derin bir anlam taşır; iki insanın sadece fiziksel bağları değil, ruhsal düzeyde de bir araya gelerek birbirlerinin dönüşümüne, büyümesine ve kendilerini keşfetmesine alan açar. Bu yazı, hem yoganın felsefesinden hem de spiritüel aşkın dönüştürücü gücünden yola çıkarak, bireysel ve ikili ilişkilerde bu iki yolun birbirini nasıl beslediğini ve zenginleştirdiğini keşfetmenize yardımcı olacak.
Yoga ve Spiritüel Aşk:
Yoga, bedenin, zihnin ve ruhun uyumlu bir şekilde bütünleşmesini sağlayan kadim bir yolculuktur. Fiziksel duruşlardan meditasyona, nefes çalışmalarından bilinçli farkındalığa uzanan bu öğreti, insanın kendi özüne doğru derin bir yolculuk yapmasına rehberlik eder. Bu yolculuğun kalbinde, sevginin en saf hâliyle, “spiritüel aşk” dediğimiz, maddi dünyanın ötesinde var olan bir bağlanma hâli yatar. Yoga ve spiritüel aşk, birbirinden ayrılmaz bir bütün gibi birlikte dans eder; insanı içsel bir dönüşüm ve derin bir özgürlükle buluşturur.
Spiritüel aşk, sıradan bir aşkın çok ötesindedir. O, yalnızca bir kişiye yönelmiş bir bağ değil; tüm varoluşla, kendimizle ve ilahi olanla kurduğumuz derin bir bağdır. Bu aşk, egonun sınırlarını aşarak koşulsuz bir kabullenmeyi, saf bir sevgi akışını ve varoluşla tam bir birliği hedefler. Yoga, bu aşkı beslemenin ve deneyimlemenin kapılarını açar. Çünkü yoga, bizi yalnızca fiziksel düzeyde dönüştürmekle kalmaz; bilinçaltındaki engellerimizi, korkularımızı, geçmişten gelen yaralarımızı aşarak özümüzdeki sevgiyle bağlantı kurmamıza imkân verir.
Yoga da, nefes alıp verirken bedenimizle buluşur, her hareketle anı yaşarız. Bu, aslında spiritüel aşkın bir yansımasıdır; her anı tam bir farkındalıkla, sevgiyle ve kabullenme ile yaşamak. Bu sevgi, sadece bir insana ya da dış dünyaya yönelik değildir. Öncelikle, kendimize karşı duyduğumuz sevgiyi ve şefkati içselleştirmemizi sağlar. Çünkü spiritüel aşk, kendimizle barışmadığımız, kendimizi kabul etmediğimiz sürece tam anlamıyla yaşanamaz.
Spiritüel aşk, yogada derin bir teslimiyetle şekillenir. Nefes verirken zihnimizi boşaltmak, hareketleri bilinçle yapmak, o anda varlığımızla bütünleşmek; bu, sevginin en yüksek hâlidir. Bu aşkta, beklentiler ve şartlar yoktur. Kendimizi ilahi olanla bir bütün olarak hissederiz. Bu bütünlük, partnerimizle, sevdiklerimizle, doğayla ve evrenle kurduğumuz bağda da yankılanır. Yoga bize, sevgiyi bencilce sahiplenmek yerine, onu saf ve özgür bir şekilde akıtmamız gerektiğini hatırlatır.
Spiritüel aşk, insanın özündeki sevgi potansiyelini keşfetme, büyütme ve yayma yolculuğudur. Egolarımızdan sıyrılarak, maskelerimizi indirerek, saf bir niyetle ve teslimiyetle yaşadığımızda, sevgiye dair her şey daha anlamlı ve derin hale gelir. Yoga bize, sevgiyi yalnızca bir duygu olarak değil, bir yaşam biçimi olarak deneyimlemeyi öğretir. Bu spiritüel aşk yolculuğunda, her nefeste, her anda varoluşun kendisine bir sevgi seli gibi akarız. Ve bu akış, bizi hem kendimizle hem de evrenin tüm sevgi potansiyeliyle birleştirir.
Peki, ilişkilerdeki spiritüel aşk nasıl tanımlanır?
Aşk yalnızca bir duygu ya da bağlılık olarak değil, varoluşun derinlerinde yankılanan bir enerjidir. Aşk, bir bağımlılık ya da karşılıklı ihtiyaçlar zinciri değil; iki varlığın birbirine karşı tam bir açıklıkla, özgür ve cesurca akmasıdır. Özgürlük, aşkın vazgeçilmezidir, çünkü ancak özgür bir ruh gerçek anlamda sevebilir.
Ama bu özgürlük, çoğunlukla yanlış anlaşıldığı gibi yalnızlığa mahkum bir kaçış değildir. Aşkın özgürlükle birleşmesi, kişinin önce kendi içine yönelip kendi varlığını bütünüyle kabul etmesini, tüm maskelerini bırakıp gerçek kendisiyle yüzleşmesini gerektirir. Kendi iç dünyasında kök salabilen kişi, bir başkasına kölece bağlanmak yerine, içsel zenginliğini paylaşacak bir yoldaş bulur. Bu yoldaşlık, birbirini sahiplenmekten değil, iki ruhun birbirine paralel, bağımsız yollarında birlikte yürüyebilmesinden doğar.
Yukarıda "kölece bağlanmak" ifadesini kullandım. Bu ifadeden ne anladığını merak ediyorum doğrusu.
Bağlanmak ve bağ kurmak aynı mı?
Hadi, gözlerini kapa ve bir, iki dakika düşün.
Şimdi gözlerini aç ve aşağıda yazdığım bu iki kavramın arasındaki farkı zihnine yerleştir, çünkü bu iki kavram arasındaki farkı ayırt edemediğin sürece gerçek bir aşk yaşaman mümkün olmayacaktır.

Bağlanmak: Körü körüne, başka hiçbir şeyi görmemek. Bu, genellikle insanın güzel bir şeyi kaybetme korkusuyla şartlanmasından doğan bir haldir. Bağlanmanın kökleri, kontrol edilemeyen bir ihtiyaç ve endişede yatar; bu da bireyin körelmesine ve dünyayı dar bir çerçeveden görmesine neden olur. Körü körüne bağlanan biri, kendini kaybeder ve çevresindeki dünyayı unutacak kadar dış etkenlere teslim olur.
Bağ kurmak ise; aşkın ve sevginin derinlerine kök salmasıdır. Bu, iki ruhun birbirine farkındalıkla yaklaşması, paylaşılan deneyimlerin ve duyumsanan hislerin gerçek bir anlam kazanması demektir. Bağ kurmak, sağlıklı ve gelişime açık bir ilişkinin temelidir. Kökleri derinlere uzanan bir bağ, fırtınada bile yerinden sarsılmaz; çünkü o bağ, yüzeysel arzulardan ve anlık heveslerden öte bir anlam taşır.
Osho, insanların genellikle aşkı korkuyla karıştırdığını söyler. “Sevgi” adı altında yaşanan birçok ilişki, aslında yalnızlık korkusunun, yetersizlik hissinin ya da onaylanma arayışının maskesidir. Gerçek aşk ise korkusuzca ve koşulsuzca açılmayı gerektirir. Bu, cesaret ister. Özgürlük, bu cesaretten doğar; yoldaşlık ise bu cesaretin içindeki naifliği ve güveni paylaşır.
Aşk, özgürlüğün test edileceği bir alandır. Kendi özünü bulmuş bir kişi, yoldaşını yargılamadan, onu özgürce kabul eder. Her iki tarafın da kendi varoluşunu zenginleştirmesine ve dönüştürmesine fırsat tanır. Bu, birbirini zincirleyen değil; birbirinin kanatlarına destek veren bir yoldaşlık halidir.
Gerçek aşk; bir hapishane değil, iki özgür ruhun beraberce dans ettiği, bazen ayrı yönlere savrulsa da kalplerinin bir ritimle attığı bir mekandır. Ve bu mekanda, aşkın dili sadece sessizlikte yankılanır; sözlerin, beklentilerin ve tanımların ötesinde…
Çocuk gibi sev:
Çocuklar, yaşamın içinde kendilerini tam anlamıyla ortaya koyduklarında, bir şeyi ya da birini sevme hâlleri, bir karşılık beklemeden, bir hesap yapmadan yaşanan en saf sevgiyi gösterir. O çocukların gözlerinde, sevdiklerine karşı koydukları şeffaflıkta, karşılıksız bir kabulleniş ve anda kalmanın gücü saklıdır.
Bir çocuğun sevmesi, aşkla bütünleşmenin en çıplak hâlidir. Egosuzdur çünkü çocuk, sevgiyi çıkar hesaplarına kurban etmez. Sevdiğini elinde tutma, kendi mülkü yapma gibi bir kaygı taşımaz. Bir çocuğun sevgisi, kökeninde güvenle beslenir ve merakla büyür. Onlar sevdiğinde, yalnızca o anda, o kişiyle vardırlar. Bir çocuk, sevdiği kişi yanındayken o anı bütünüyle yaşar; aklında geleceğe dair senaryolar, ayrılık korkuları, yargılar ya da beklentiler yoktur. Bu yüzden çocukların sevgisi özgürlükle doludur; kimseyi bağlamaz, serbest bırakır, çünkü yalnızca o anın saflığına odaklanır.
Ego, büyüdükçe sevgimize bulaşan bir bulut gibi yavaş yavaş içimizi sarar. Sahiplenme, kıskançlık, kendi isteklerimizin ön planda olduğu beklentiler; sevgi zannettiğimiz halde aslında çoğunlukla egonun oyunlarıdır. Oysa bir çocuk aşık olduğunda, bu tamamen bir akış hâlidir. Çocuk, sevdiğiyle oyun oynarken, anı paylaşıp gülüşlerinde kaybolurken, sevgisini karşılıksızca sunar. Bu saf ve yalın sevmek, yalnızca varoluşunu ifade etmenin ve diğerine dokunmanın bir yoludur.
Aşk, çocukların dünyasında daha çok oyun gibidir. Çocuğun, sevgiyi kazanması ya da kaybetmesi gibi bir endişesi yoktur. Birbirleriyle oynarken aniden kavga edip sonra hemen barışmaları, sevginin mülkiyet üzerine değil, yaşamın akışındaki saflık üzerine kurulu olduğunu gösterir. Bu saf sevgi, yarına dair bir güvence ya da geçmişten gelen yüklerle kirlenmemiştir. Bir çocuk, sevdiği kişiyi yanında tutmak için değil; sevginin doğasındaki özgürlüğü paylaşmak için, sadece o an kalbini açar.
Çocuk gibi sevebilmek, biz yetişkinler için derin bir içsel dönüşüm gerektirir. Kendi içimizdeki çocuğu hatırlamak, maskelerimizi indirip beklentilerimizi bırakmak cesaret ister. Çocuk gibi sevdiğimizde, sevgi kaynağımız dışsal değil, içsel bir zenginlikten beslenir. Sevdiğimiz kişiyi mutlu etmek ya da kendimizi ifade etmek için kendimizi yüceltmeye gerek duymayız; o an, neyse o hâliyle var oluruz. Yargılarımızı, sahiplenme güdümüzü, güvensizliklerimizi bir kenara bırakıp sadece sevginin saf akışında bulunuruz.
Gerçek aşk her zaman özgürdür. Ancak bu özgürlük, çocukların sevgisindeki gibi egosuz bir saflıkla birleştiğinde, yoldaşlık daha derin ve samimi bir hâl alır. Böyle bir yoldaşlıkta, sevgiyi bir zincire çevirmeye ihtiyaç yoktur; sevgi, serbestçe akarken, her iki taraf da bu dansın içinde kendini yeniden keşfeder. Ve böyle bir sevgi, hayatın her anında bir çocuğun gülüşü gibi içimize dokunan bir şarkı olur.
Bir ilişkide dürüst olamıyorsak, sevgi gerçek bir akış bulamaz; tıkanır, yüzeysel bir ilişki hâline gelir. Bu yüzden, yoldaşlığın içinde dürüstlük olmadan özgürlükten söz edilemez. Karşımızdaki kişiye ne hissettiğimizi, beklentilerimizi, korkularımızı ya da coşkularımızı açıklıkla ifade edebildiğimizde, hem biz hem de yoldaşımız ilişkide kendini daha güvende hisseder. Güvenin olduğu yerde sevgi büyür, derinleşir; özgürlüğün ve bağlılığın dengesi daha güçlü bir temel bulur.
Çocuk gibi sevebilmek, egosuz bir dürüstlüğü de beraberinde getirir. Onlar, karşı tarafın hoşuna gitsin ya da gitmesin, hissettiklerini dürüstçe ortaya koyarlar. Bu dürüstlük, aslında doğrudan sevgiyi saflaştırır; bir çocuğun gözlerinde ve sözlerinde yalan barınamaz. Dürüst bir sevgi, sahici bir yoldaşlıkta derin bir güven duygusu yaratır. Çünkü iki taraf da birbirini olduğu gibi kabul eder, maskelerin ve savunmaların ardında saklanmaz. Dürüstlük olmadan, sevgi sadece bir yanılsama hâline gelir, sığlaşır ve kolayca kaybolur.
Dürüst bir sevgide, çatışmalar, anlaşmazlıklar ya da farklılıklar karşısında bile güçlü kalabilir. Çünkü taraflar, birbirlerine açık olmanın risklerini ve kırılganlıklarını kabul ederler. Bu dürüstlük, sevginin sürekli yenilenmesini ve büyümesini sağlar. Tıpkı bir çocuğun her yeni günü merakla ve açıklıkla kucaklaması gibi, sevgi de her yeni âna açık ve taze kalır.
Bu yol, hem zorlu hem de büyüleyici bir yolculuktur; ancak gerçek aşkı bulmanın ve yaşamanın tek yolu da bu dürüstlüğü kucaklamaktan geçer.
Kirpi Puki ve Rüzgârın Fısıldadığı Aşk
Bir zamanlar, ormanın kıyısında yalnız bir kirpi yaşardı; adı Puki’ydi. Puki’nin kalbinde derin bir özlem vardı: Gerçek aşkı bulmak. Ancak dikenleri nedeniyle hiç kimse ona yaklaşmak istemezdi. Puki, bu yüzden çoğu zaman yalnız kalır ve kendini sorularla boğuşurken bulurdu. “Aşk ne demektir?” diye sorardı gökyüzüne.
Bir gün, ormandan esen yumuşak bir rüzgâr Puki’nin yanına geldi. Rüzgâr, tüm varoluşu dolaşmış, sırları bilen bir gezgin gibi konuşmaya başladı. “Puki,” dedi yumuşak bir sesle, “aşk, sahip olmaya çalıştığın bir şey değildir. Aşk, kendin olmaya izin verdiğin bir akış hâlidir.”
Puki şaşkınlıkla dinledi. “Ama ben dikenlerime rağmen nasıl akabilirim?” diye sordu.
Rüzgâr güldü ve dalları nazikçe salladı. “Aşk, kendi dikenlerini sevmekle başlar. Başkalarının seni anlamasını beklemeden, kendi varoluşunu kucaklamakla başlar. Kendi içinde tam olmadıkça, sevgi bir başkasına akmaz.”
Bu sözler üzerine Puki, ormanda yürümeye devam etti. Her adımında rüzgârın sözlerini düşündü. Aşkı ararken dışarıya değil, içine dönmesi gerektiğini anladı. Günler boyunca kendine daha yakından bakmayı öğrendi. Dikenlerini yumuşak bir dokunuşla hissetti, korkularıyla yüzleşti ve zayıflıklarını sevgiyle kabul etti.
Bir gün, Puki’nin yoluna yaralı bir kuş düştü. Kuş, zayıf ve korkmuş bir hâlde Puki’den yardım istedi. İlk başta Puki tereddüt etti; dikenleri kuşa zarar verebilirdi. Ancak kalbindeki sevgiyle hareket etti. Nazikçe yaklaştı ve kuşun yarasını sardı. Kuş, Puki’ye minnetle baktı ve dedi ki: “Sevgi, kendine zarar vermek pahasına da olsa akmaya cüret ettiğinde, gerçek anlamını bulur.”
Puki, bu sözleriyle anladı ki, aşk yalnızca kendini sevmek değil, içindeki sevgiyi paylaşmaya cesaret etmektir. Başkasına sahip çıkmak, onu özgür bırakmak ve onunla bir akış içinde olmaktı. O günden sonra Puki, sevgiyi kimseyi sahiplenmeden, kendini zorlamadan, tıpkı rüzgâr gibi özgürce akıtarak yaşamaya başladı.
Ve böylece, ormanda dolaşanlar Puki’yi tanıyordu: Kendini kabullenmiş, dikenleriyle barışmış, sevgiyi akıtan minik kirpi. Gerçek aşkın, sahip olmaktan çok paylaşmak, korkudan çok özgürlük olduğunu herkese fısıldayan bir dost oldu...
Namaste
Eyvallah...



Yorumlar