top of page

ÇOCUK!

Bugün kendi kendime sohbet edeceğim. Ne yazacağıma henüz karar vermedim hatta yukarıdaki konu başlığını da seçmiş değilim. Yazarken o da kendiliğinden oluşacak.

"Kendiliğinden oluşacak", güzel bir giriş oldu!


Peki, kendiliğinden ne oluşur?


Sessizlikte bir tohum çatlar, hiçliğin ortasında bir rüzgar eser kendiliğinden. Ne bir plan vardır, ne bir bir çaba. Doğa bilir, varlık bilir, ruh bilir. Bir çiçeğin açışı, bir bebeğin ilk nefesi, bir dalganın kıyıya vurması hepsi kendiliğinden olur. Zamanın akışıyla, varoluşun ritmiyle.

Kendiliğinden oluşur sevgi, zorlamadan, hesap yapmadan. Bir bakışta, bir dokunuşta,

belki de bir suskunlukta. Hayatın sihri buradadır, her şey zaten olması gerektiği gibi olur.

kendiliğinden doğar dönüşüm, teslim olduğunda akışa izin verdiğinde.

Peki senin içinde ne kendiliğinden oluşur?

Bir an dur ve hisset... Belki bir cevap bulacaksın. Belki de sadece sessizlik.

Ve o da zaten yeter.


Sessizlik nasıl yetebilir ki?


Sessizlik varlığın dilidir. Kelimesiz bir bilgelik taşır; çünkü her şeyin özünde, sesin arkasında hep sessizlik vardır. Sessizlik yeter, çünkü kelimelerin taşıyamadığı yükleri taşır. Kelimeler yargılar, sınırlamalar getirir, ama sessizlik özgür bırakır. Her şeyi olduğu gibi kabul eder, hiçbir şey eklemez, hiçbir şey eksiltmez.

Yeter, çünkü cevaplar bazen gürültüde değil, sessizliğin derinliğinde duyulur. Ruh orada konuşur, zihin orada durulur. Ve belki de yeter, çünkü içinde ki tüm soruların cevabı saklıdır. Dinlemeye cesaret ettiğinde.


Anladım. O zaman hep sessiz kalıp hiç eğlenmeyelim mi, konuşmayalım mı. Dağa çıkıp sessizce mi duralım mı?


Sessizlik her şeyi bırakıp dağlara çıkmak demek değildir. Sessizlik hayatın içinde durabilmek; bir kahkahanın, bir sohbetin, bir melodinin arkasındaki boşluğu hissedebilmektir.

Eğlenmek de sessizliğe dahildir, çünkü eğlence, anın içindeki saflıktan doğduğunda sessiz bir nehir gibi akar. Sessizlik susmak değil; konuşmanın arkasındaki derinliği fark etmektir. . Sözcüklerin niyetini, titreşimini anlamaktır.

Sessizlik, hayatın yalnızca bir yüzüdür, tıpkı bir dağın gölgesi gibi. Hareketin de bir anlamı vardır, sesin de. Dağa çıkmak bir tercih olabilir, ama düz ovada çocuklar gibi koşmanın tadını unutmak neden? Hayat bir dengedir. Sessizlikle eğlence, suskunlukla konuşma, birbirini besleyen, birbirinden doğan iki kardeştir. Belki de mesele, sessizliği konuşmada, derinliği kahkahada bulabilmektir.


Derinliği bulabilmek nedir?


Derinliği bulabilmek, yüzeyin ötesini görebilmektir. Sözcüklerin arkasındaki niyeti, olayların ötesindeki anlamı, anın içindeki görünmez bağlantıyı hissetmektir.

Bir sohbet düşün; sadece kelimelerle değil, gözlerdeki parıltıyla, ses tonundaki titreşimle, hatta iki nefes arasındaki duraksamayla anlam bulur. Derinlik buradadır, görünmeyeni görmede, hissedilmeyeni hissetmede.

Bir gülüş bazen bir şakadan fazlasıdır. İçinde saklı bir acıyı ya da bir şükranı taşır. Bir suskunluk bazen sıkıcı değildir; kelimelerin yetmediği yerde bir bağ kurar.

Derinliği bulmak, hayatı sadece olduğu gibi değil, olduğu kadar hissetmektir. Bir çiçeğe bakarken sadece rengini değil, kokusunda saklı geçmişi, toprağında taşıdığı geleceği fark etmektir. Peki, sen bir anın derinliğini hissettiğinde, o an sonsuzluğa dönüşmez mi?


Peki, bu derinliği yaşayacak insan var mı? Artık insanlar yüzeysel hareket etmiyor mu?


Bazen dünya yüzeyde gibi görünür. Ama herkes gerçekten yüzeyde mi? Yoksa sadece derinlikten mi korkuyor? Belki de derinliği yaşayacak insanlar az gibi gelir, çünkü insanlar derinliğini saklar. Bir korku var: "Ya beni anlamazlarsa? Ya hissettiğim fazla gelirse" Ama derinlik kaybolmaz, o hep oradadır. Sessiz bir göl gibi, kalbinin bir köşesinde saklanır.

Evet, yüzeysel olan çok insan var gibi görünür, ama bu belki de bir kabuk, bir savunmadır. Çünkü derinlik cesaret ister: Acıya dokunmayı, sevinci kucaklamayı, her şeyin geçici olduğunu kabul etmeyi. Bir insan gerçekten yüzeysel mi, yoksa sadece derinliğini hatırlayacak bir dokunuş mu bekliyor? Belki de mesele, o derinliği çağırabilmektir. Kendi derinliğine indikçe, karşındaki de seni oradan görmeye başlar.

Ve hatırla: Bir kişi bile derinliği yaşıyorsa, bu dünya da o kadar da yalnız sayılmazsın.


Tamam. Şimdi bir şey daha soracağım.

Sor bakalım.

Aşk ilişkilerinde bu derinlik sağlanamadığı için mi ayrılıyor insanlar?


Aşk ilişkilerinde insanlar ayrıldığında, yüzeyin altında pek çok şey yatar. Derinliğin kurulamaması, bunun yalnızca bir parçasıdır, ama bu parça genellikle en belirgin olanadır. Aşkın özündeki derinlik, iki insanın birbirine gerçekten dokunabilmesi, içindeki korkuları, acıları ve sevinçleri birlikte taşıyabilmesidir. Ancak birçok ilişki bu derinliğe ulaşmadan yüzeyde takılı kalır.


Bazen insanlar, birbirlerini yalnızca arzu, alışkanlık ya da geçici ihtiyaçlar üzerinden tanır. Bu, ilişkilerin başlangıcında genellikle büyüleyici olabilir ama zamanla, o yüzeysel bağların altında bir boşluk oluşur. İletişim eksikliği, duygusal mesafe, beklenmedik değişimler ya da tek bir kişinin daha derin bir bağlılık arayışı, bir ilişkiyi zorlaştırabilir. İnsanlar birbirlerinin iç dünyalarını keşfetmeye cesaret etmediklerinde, gerçek bağlar kurmak zorlaşır.


Bir ilişkiyi sürdürmek, sadece bir arada olmak değil, karşılıklı olarak birbirine açılabilmek, değişimleri kabul edebilmek ve birlikte büyüyebilmektir. İki insan, sadece iyi anlarda değil, zorluklarda da bir arada kalabilmelidir. Bu derinlik, bazen kaybolur çünkü insanlar korkarlar birbirlerine teslim olmaktan, güvenmekten. Birçok kişi, özgürlüklerini kaybetme korkusuyla, duygusal savunmalarını yükseltir. Ayrılıklar çoğu zaman bunun sonucu olarak gelir: Bir ilişki, yalnızca yüzeydeki tatminler üzerine inşa edildiğinde, derinlik ve gerçek bağ eksik olur. İki insanın birbirini tam anlaması, hataları ve kusurlarıyla tam kabul etmesi gerekir. Birbirine güvenebilmek ve zorluklarla büyüyebilmek, ancak derin bir bağ kurulduğunda mümkündür.


Anladım.

Peki, bu bağlarda kıskançlık ve sahiplenme güdüsü bağları koparır mı?


İlişkilerdeki küçük duygusal nüanslar büyük farklar yaratabilir. Aşırı kıskançlık ya da sahiplenme, ilişkiyi zorlaştırır. Ama bunların hafif, dengeli biçimleri çoğu zaman sağlıklı bir bağın parçası olabilir. İlişkilerde bu ince çizgiyi anlamak, duygusal dengeyi kurmak oldukça önemli. Gel, birkaç örnek üzerinden inceleyelim.


Hafif bir kıskançlık genellikle sevginin bir yansımasıdır. Bir partner, diğerini başka biriyle vakit geçirirken kıskanabilir; bu, "benim yerimi başka biri alabilir mi?" diye derin bir endişeden değil, "beni duyuyor musun, beni görüyor musun?" gibi duygudan doğabilir. Ancak, aşırıya kaçarsa ve partnerin özgürlüğünü kısıtlamaya başlarsa, sürekli kontrol isteğine dönerse güven duygusu zarar görür ve bu ilişkiyi zorlaştırır ve sonucunda da genellikle o derin bağ kopar. Çünkü güven, herhangi bir ilişkinin temel taşıdır. Eğer kıskançlık hafifse ve ifade edilen duygular karşılıklı anlayışla karşılanıyorsa, ilişkinin bağları güçlenir.


Sahiplenme duygusu,

Bir partnerin diğerini sahiplenmesi, sevgi ve bağlılık göstergesi olabilir. Ama bu sahiplenme duygusu, birinin özgürlüğünü ihlal etmeye başladığında, ilişkinin sağlıklı büyümesine engel olur. Örneğin, partnerin sürekli olarak diğerinin nerede olduğunu bilme isteği, ya da kişisel alanını ihlal etme çabası, baskı ve huzursuzluk yaratır. Ancak sahiplenmenin dozunda kalması, ilişkiye güven ve aidiyet duygusu katabilir. "Sana değer veriyorum, seninle olmak istiyorum" şeklinde bir sahiplenme, yalnızca sevgiyle şekillenir.


Mesela, ilişkilerde farklılıklar karşısında anlayış göstermekte spiritüel bir olgunluktur.

İnsanlar farklı geçmişlerden gelir, farklı düşünme biçimleri ve değerleriyle ilişki kurarlar. Bir partnerin alışkanlıklarına veya düşünce tarzına tepki vermek, onun kişisel alanını ya da ihtiyaçlarını kabul edememek, ilişkinin temeline zarar verir. Mesela bir partnerin sosyal olması ve kendi başına vakit geçirmek istemesi, diğerini ihmal edilmiş hissettirebilir. Eğer bu farklar sağlıklı bir iletişimle anlaşılırsa, ilişki daha sağlam hale gelir. Ama anlaşılmazsa duygusal uzaklık doğar.

ree

Peki, yukarıda yazdıklarını unutup bir çocuk gibi derin bağ kurarak sevemez miyim, düşünceler olmadan şefkatle!


Ah ne güzel...

Bir çocuk gibi sevebilir misin? Plan yapmadan, "bu böyle olursa şöyle olur" diye düşünmeden. Düşünsene, bir çocuk gibi: "Bu kişi bana uygun mu?" yerine, "Seni seviyorum çünkü kahkahanda gökkuşağı var," diyerek.

Çocuklar sevdi mi, tam sever. Biri dondurma uzatırsa dünyalar onun olur. Biri yanına oturursa, hayatın en iyi arkadaşını bulduğunu düşünür. Peki ya biz? Önce analiz, sonra strateji. "Seveyim mi, sevmeyeyim mi?" diye liste yaparız.


Çocuklar liste yapmaz. Sarı saçlar, kahve rengi gözler fark etmez. "Sen benim arkadaşım mısın?" der ve kocaman bir gülümsemeyle elini uzatır.

Eğer bir çocuk gibi sevebilirsen, şefkatin şekilsiz, sevgin sınırsız olur. Belki partnerin uyanınca komik bir saç modeliyle gelir ve sen düşünmeden kahkaha atarsın, "Ah, seni tam da böyle seviyorum!"


Bir çocuk gibi sevince, hiçbir şey "çok büyük" değildir. Kıskançlık mı? "Sen benim oyuncağıma mı bakıyorsun? Ama hadi birlikte oynayalım!" dersin.

Birazcık sahiplenme mi? "Bu benim en sevdiğim arkadaşım, ama sen de takılabilirsin," diye gülümser geçersin.


Çocuklar gibi sevmek, hep anın içinde kalmaktır. Birlikte yere oturup saçma bir oyun uydurmak. Birbirine anlamsız şakalar yapmak ve sonra hiçbir şey olmamış gibi sarılmaktır.

Hayat çok ciddi olmak zorunda değil ki! Derin bağlar, bazen bir kahkahanın içinde gizlidir. Bazen de sessizce el ele tutuşmakta. Çünkü çocuklar severken anlam aramaz sadece SEVER.


Ve belki de sevmenin sırrı budur: Düşünceler olmadan, "Seni böyle seviyorum" demeden bile, tüm kalbinle "iyi ki varsın! diyebilmek....










 
 
 

Yorumlar


© 2023 by Muzaffer Alemdar Tüm hakları saklıdır.

MESAJ GÖNDER

 

​​

​muzafferalemdar1@gmail.com

  • Black Instagram Icon
  • Black YouTube Icon
bottom of page